Ekonomide yeni dönem; Hayırlı mı yoksa hayırsız mı?
Türkiye’nin getirildiği noktadan tedirginlik duyan herkes Şimşek’in nerelere ve hangi projeleri sunarak gidişatı tersine çevireceğini merak etmeyi sürdürüyor. Seçimden bir süre önce ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nu uyaran Erdoğan: “Londra tefecileri sana para vermez” dediğinde seçimden sonra Mehmet Şimşek’i o tefecilerin kapısına göndereceğini ima etmiş olabilir miydi? Uluslararası finans kurumları nezdinde itibar sahibi olduğu bilinen Mehmet Şimşek o tefecilerin kapısını çalacaksa, ne diyerek para isteyecek acaba?
1980’lerin ortalarından başlayarak Türkiye fazla değil, 1 milyar dolar için bile IMF ve diğer uluslararası kredi kurumlarının kapısını çaldığında öne sürülen ilk koşul “Kamu harcamalarının en aza indirilmesi” oluyordu. Ve ardından işçinin, memurun, emeklilerin, üreten köylülerin ve küçük esnafın lokması boğazından alınıp uluslararası tefecilere altın tepsi ile sunuluyordu. Tefecilerin Ankara’da bulundurdukları temsilcileri de Türkiye’nin kamu harcamalarını kontrol altında tutuyorlardı.
AKP’nin ilk iki dönemi olan 2002-2011 yılları arasında ondan önceki hükümet döneminde ekonomi politikasının başına getirilen IMF ve Dünya Bankası’nın adamı olan Kemal Derviş politikaları uygulandı. Bu dönemde mali disiplin politikası geçerli idi. Ama biz işçiler ve tüm alın teri ile geçinenler için zorlu günler yaşanıyordu. Kamu kuruluşları özelleştirme politikası ile yok pahasına satılırken çalışama hayatında esnekleştirme adına taşeronlaştırma çok yaygın hale getiriliyor, kayıt dışı işçi çalıştırma artıyor, zorlama ve korunmasız, güvencesiz çalışma biçimleri sonucu iş kazaları (cinayetleri) rekor kırıyordu. Bu dönem tüm sermaye kesimleri için cennet gibi idi ama birde gel işçiye, işsize yoksula garibana sor bakalım, halin vaktin neydi diye?
Dışardan gelen bol para ve satılan kamu malları ile ekonomiyi idare eden Erdoğan hükümetleri 2011 yılından sonra yeni bir ekonomi politikası uygulamaya başladı. İşçiler ve yoksullar için durum değişmez iken AK Parti iktidarı büyük borçlanma ile tamamen inşaat ve imar rantına dayanarak kendi zenginlerini yaratmaya başladı. O zamandan bugüne kadar gerektiği zaman seçim kazanmak için işçilere memurlara göstermelik iyileştirmeler yapılırken büyük paralar iktidara yakın bir avuç zengine peşkeş çekildi, yeni dolar milyoner ve milyarderleri yaratıldı. Türkiye’de 2002-2003 yıllarında tüm servetin %34’ü nüfusun %1’ine aitken bu oran şimdilerde %50’nin üstüne çıktı. Yani tüm ulusal servetin %50’den fazlası toplumun en tepesindeki yüzde birine ait hale geldi.
Bu gidişata karşı mücadeleyi engellemek için baskılar artırıldı, birçok sendika yöneticisinin usulsüzlüklerine göz yumularak karşılığında işçileri kontrol altına alma görevi verildi. İktidar ekonomik durumdan rahatsız olan kendi seçmenlerini sosyal yardımlar ve toplumu kimlikler zemininde ayrıştırarak seçimlerde hep yanında tutmanın bir yolunu buldu, karşıtlarını da keyfi ve hukuksuz soruşturma ve davalarla ile baskı altına aldı.
Ama 2020 sonrası yolun sonuna gelindi. Çok büyük dış ve iç kamu borcu birikti ve ekonomi tam olarak büyük kriz eşiğine geldi. Acil döviz toplamak için Rusya’nın, Çin’in ve Arap emirliklerinin bir dediği iki edilemez hâle gelindi. Son seçim öncesi acil döviz bulmak için Türkiye’nin çıkarlarından hangi tavizler verildiğini, Allah bilir!
Ama bu politikaların da bir sınırı var. Şimdi iktidar sıcak para dedikleri bol dövizi bulmak için başka çare bulmak zorunda. Amerika, İngiltere tefecilerinden borç bulabilecek, “Kraliçeye yakın” Mehmet Şimşek gibi yöneticiler öne çıkarıldı, Amerika’nın en büyük bankalarından birinin çalışanı T.C. Merkez Bankası’nın başına getirildi. Sermaye sahipleri sevinirken bu yeni “Millî ve Yerli Politikayı” gören vatandaş feleğini şaşırdı!
Yeni yönetim, tefecilere güvence vermek için her türlü vergiyi artıracak çalışanlara verdiği üç kuruş maaş artışlarını kepçeyle geri alacaktır. Buna bazıları “rasyonel” yani akılcı politika diyor ama biz biliyoruz ki bu egemen sermayenin çıkarları açısından akılcıdır yoksa bizim payımıza düşen hep ödenecek faturalar olacaktır.
Tabii ki doğru politikaları da ortaya koymak lazım. Öncelikle bize lazım olan kamucu politikalarla sanayi, tarım ve hayvancılıkta üretimi ve üreticiyi desteklemek, ekonomiyi kayıt altına almak, vergileri şimdi olduğu gibi adaletsiz şekilde dolaylı yollarla değil kâr ve rant gelirlerinden yani büyük sermayeden almaktır. Gençlerin eğitim ve tüm yaşamlarında önlerini açmak, eğitimi üretim ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlemek, demokratik hak ve özgürlükleri en geniş hale getirmek, işçilerin ve tüm çalışanların örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırmak ve ülke içinde ve komşu ülkelerle barış ve huzur içinde eşitlik temelinde bir arada yaşamanın ve ortaklaşmanın yollarını açmaktan başka çaremiz yoktur.
Hepimiz için asıl yerli ve millî politikalar bunlardır.
Toplumsal olarak kutuplaşmamıza sadece emperyalistler sevinir!