Oysa başka bir dünya var olabilirdi
Bir vardı, belki de hiç yoktu. Çok eski zamanlarda dünya saftı, tertemizdi ve masumdu. Kirlenmemişti henüz. Ve tanrı insanı yarattı. Ve insan da kendi zaaflarını. Ve dünya bitmek bilmeyen çilesine, Kâbil'in masumiyetini koruyamadığı ana tanıklık ederek, Hâbil'in toprağa düşen kanını tadarak başladı.
Kötülük, kara bir veba gibi insanoğlunu değişik enlemlerde ve boylamlarda bölerken, bir medeniyetten diğerine savrulan, bitmek tükenmek bilmeyen bir güç savaşının on binlerce yıllık tarihini de kanla yazmıştı. Bölünerek, ayrışarak, üst kimliğimiz 'İnsan'a olan sadakatimizin sembolik kaldığı modern zamanların ortasından, tarihin oluk oluk akıttığı kan nehirlerinden geçerken, çevremize olan kayıtsızlığımız, içinde bulunduğumuz durumu net bir şekilde ortaya koymakta.
Oysa başka bir dünya var olabilirdi. Kâbil nefsine engel olabilir, Hâbil nefes almaya devam edebilir ve dünya bir sonraki kötülük anına kadar huzur içinde kalabilirdi.
Düşünüyorum, öyleyse varım dememiş miydi Descartes! Düşünebiliyorduk. Sonuçta öyle ya da böyle bir varlığımızın olması gerekiyordu. Ama varlığımız, hep bir doğa kanununa kurban edilerek, büyük balığın sofrasında salamura edilmekten öte bir işe yaramıyordu.
Hepimizin hikâyesi aynı, yaşamak ve ölmek nihayetinde. Bazıları ölmeyi daha çok sever. Bazıları da öldürmeyi. İşte hep bu denge yüzündendir kan denizleri. Bir gövde gösterisiydi tarih. Akıtılan kanları 'Zafer' diye süsleyerek, anlamsızlığının ardından kaybettiklerimize verilen addır 'Kahraman'.
İster Boynuz Burnu'ndan bakalım dünyaya, ister Bering Boğazı'ndan seyredelim alemi, dünya her yerinden bakınca riyakar, her yerinde insanoğlunun lanetli vahşeti.
Osmanlı İmparatorluğu'nun var olduğu uçsuz bucaksız coğrafyada sürdürdüğü hâkimiyet, Ortaçağ Avrupası'nın makus talihini derinden etkilenmiş ve on beşinci yüzyılın sonlarında başlayan deniz yolculukları sayesinde Kıta Avrupa'sının çehresini değiştirmişti. İspanyollar ve Portekizliler, Çin ile ticari faaliyette bulunmak istiyorlardı. Afrika’nın batı kıyıları boyunca ilerleyen İspanyollar, Orta ve Güney Afrika’ya ulaşıp yerlilerin elinde bulunan zengin altın ve gümüş kaynaklarını alıp Avrupa’ya taşıyarak sömürgeciliğin ilk adımlarını atmış ve yeni çağın düzeninde taşları yerinden oynatmayı başarmışlardır.
Sömürgecilik: Bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılma istemidir. Sömürgeciler genellikle sömürdükleri bölgelerin kaynaklarına el, iş gücüne, pazarlarına el koyar ve aynı zamanda sömürgeleri altındaki halkın sosyo-kültürel, dini değerlerine baskı uygularlar.
Doğuştan hür iradeye sahip insanların esir edilmesi ve köleleştirilmesine, Mezopotamya topraklarında kurulmuş ilk uygarlıklardan itibaren, bilinen tarih kaynakları içinde sıklıkla rastlamak mümkün. Bu noktada, yaşam hakkı gasp edilen insanların, yaşam alanlarının ve yaşam kaynaklarının da gasp edilmesi, olaya yeni bir boyut kazandırmış ve sömürgecilik tarihinin başlangıcını oluşturmuştur.
Hür iradeye sahip insan ve toplum olma onurumuzu korumak için, yaşamımıza hükmetmek isteyenlere karşı, "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" diyebilmektedir maharet. Ve yazmak gerekir kötüleri ve kötülükleri, hatırlatmak için geleceğe; uyarmaktır gelecek nesilleri, değiştirmektir olası korkunç bir kaderi.