‘Mustafa Kemal'i ağlarken gördüm’
Ali Fuat Cebesoy, 1889 yılında İstanbul Harp Okulu’na, girdiği ilk günden itibaren Büyük Atatürk'le candan bir arkadaş olmuştur. Ali Fuat Paşa’nın, “Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı kitabından bir anısını paylaşmak istiyorum.
"Trablusgarp Savaşı başlamıştı. Adriyatik sahilinde toplanacak ordunun Manastır'daki kurmay heyetine tayin edilmiştim. Oraya giderken Selanik’e uğradım. İki gece, üç yıldır görmediğim arkadaşım Mustafa Kemal'e misafir oldum. Mustafa Kemal, Trablusgarp'a gitmek için hazırlık halindeydi. İki gün sonra İstanbul'a hareket edecekti.
Ertesi gün akşamüstü beraberce Beyaz Kule bahçesine gittik. Mustafa Kemal'in bu akşam mahzun bir hali vardı. Akıbeti karanlık, anavatandan uzak ve halkı yabancı bir ülkenin müdafaasında karşılaşacağı güçlükleri düşündüğünü sanmıyordum. Mustafa Kemal, tam manasıyla bir askerdi. Zorluklara, her türlü güçlüğe göğüs germesini bilir, adeta bundan zevk alırdı. Her halde üzüntüsünün başka bir sebebi olmalıydı.
“Sende bir şey var” dedim, “Ne oldu?”
“Bir şey yok.” dedi. “Fakat müteessirim. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türklerin elinde kalacak mı? Ben eğer Trablus'dan dönersem, yine buralara gelebilecek miyim?”
"Ne demek istiyorsun?”
Gözleri nemlendi:
“Korkuyorum Fuat, korkuyorum” dedi.
O gece saatlerce konuştuk. Balkanların durumunu inceliyor, Balkan Savaşını kaçınılmaz ve yakın görüyor, hükümet edenlerin ilgisizliğini, ittihatçı askerlerin hâlâ politikadan ayrılmamış olmalarını üzülerek anlatıyor, Arnavutluk harekâtı sırasında kurmay başkanı olarak bulunduğu Mahmut Şevket Paşa'ya tehlikeleri birer birer sayıp döktüğünü söylüyor:
“Paşa, artık cemiyete söz geçiremiyor.” diyordu.
O gece ay Olimpos Dağları’nın arkasında kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek :
“Ah Selanik, seni bir daha Türk olarak görecek miyim?” dedi. (Döndüğünde Türklerin elinden çıkmıştı.)
Baktım ağlıyordu. O altın sarısı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemal'in, bütün müşterek hayatımız boyunca bu derece üzgün olduğunu görmedim.
Ben Mustafa Kemal'i, bir defa daha ağlarken görmüştüm. Fakat gözyaşlarının manası çok başkaydı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Temmuz 1922 tarihli oturumunda, Kurban Bayramını tebrik etmek üzere Batı Cephesine bir heyet gönderilmesine karar verilmişti. Benim başkanlığımda Abdülgafur Hoca, Şair Mehmet Akif (Ersoy) ve Atıf beylerden oluşan bir heyet seçilmişti. Hakiki vatanperver ve dini bütün bir Müslüman olan Mehmet Akif, saydığım ve sevdiğim yakın bir arkadaşımdı. Benim, Gazi Paşa'dan aldığım özel bir görevim daha vardı. Ordularımızın maddi ve manevi savaş kabiliyetini anlamaya çalışacaktım.
Cephedeki görevimiz, dört beş gün içinde tamamlanmıştı. Kumandan, subay ve asker arkadaşlarımız arasında geçen bu kısa zamanı asla unutmam. Kıtalarımızın hareketlerinde gördüğümüz manzara, canlılık ve savaş kabiliyeti, kahraman arkadaşlarımızın muhabbetli bakışları, bizlere zafer günlerinin pek uzak olmadığı hissini vermişti. Bu cephenin eski bir kumandanı sıfatıyla yaptığım teftiş ve temaslardan, subay ve askerlerimizin iyi eğitildiklerini, zalim düşmandan intikam almak için sabırsızlıkla beklediklerini görmüştüm.
“Yarabbi, bize zafer günlerini müyesser eyle!” diye dualar etmiştim. Ordularımızın maneviyatı çok yüksekti. Hatırladıkça hâlâ heyecanla titrerim. Merasim nizamında dizilmiş bir tümenin kıtalarını teftiş ediyorduk. Hepsi aslanlar gibiydi. Mehmet Akif, kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı’nın mısraları dökülüyordu:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Solumdaki Akif'e döndüm. Gözlerinde yaşlar tanelenmişti. Bu muhabbetli manzara karşısında kendisini tutamıyordu.
“Akif Bey siz ağlıyorsunuz.” dedim.
“Ne yapayım, heyecanımı zapt edemiyorum.” cevabını verdi ve sonra ilâve etti:
“Fakat sizin de gözleriniz yaşlı, paşam.”
Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok heyecanlıydım. Gözlerimde tanelenenler sevinç gözyaşları idi.
Ankara'ya döndükten sonra Mustafa Kemal’e Batı Cephesi’ndeki izlenimlerimi anlatırken, bu olaydan da bahsettim. Gazi'nin, dinlerken o ışık saçan mavi gözlerinde tanelenen yaşlar birden yüzüne döküldü, ağlıyordu. Fakat bu yaşların anlamı çok daha başka ve çok daha ulvi idi.
“Fuat Paşa, Muzaffer olacağız!” dedi.