İşte bizim savaş ve göç politikamız

Verdiğiniz bu haklarla AB üyeliği öyle mi? Breh-breh-breh...

İkinci Dünya Savaşı’ndaki ‘Nazi’ imajından kurtulmak için Almanya kapılarını başta Türkler olmakla beraber yabancı işçilere 1960 yılında açmış ve ilk işçi kafilelerimiz Almanya’nın yolunu tutmuştu.Fazla değil beş sene sonra işte o işçilerin gönderdiği döviz sayesinde aileler zaruri ihtyaçları olan eşyaları alabilmiş, on sene sonra ise döviz tasarrufları da yapılmaya başlanmıştı. Salt işçilikten kazandıkları parayla fırıncılık, dönercilik, pidecilik alanlarında lokantalar açarak işçilikten esnaflığa terfi eden özellikle milliyetçi Türkler 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’deki siyasi harekâta önemli maddi katkılarda bulunmuştu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra milliyetçi kanadın o alanı tamamen İslami cenaha bıraktığını ve bugün Almanya’daki DİTİB’in(Diyanet İşçileri Türk İşçileri Birliği) neredeyse iki milyar Euro parasının olduğu ifade ediliyor. Başta Almanya olmakla 1960’lı yıllarda Türkiye’den işçi alan diğer Avrupa ülkeleri maaşların düzenli ödenmesinin yanısıra sigorta primlerinin de zamanında ödenmesine hassaslıkla yaklaşmış, işçilerin diğer sosyal haklardan faydalanmasının önünde de hiçbir engel bırakmamışlardı. Altmış küsür sene sonra bugün geldiğimiz aşamada Türkiye’den Avrupa’ya işçi olarak gitmiş insanların birikimlerinin önemli kısmının Türkiye’de fabrikadan başlayarak orta ve küçük boy işletmelere kadar yatırımlara dönüştüğünü kimse inkâr edemediği gibi Avrupa ülkelerinden emekli olmuş binlerce insanın Türkiye’de yaşadığı da bilinen bir gerçektir. İşte bu kısa girişin de katkıda bulunduğu gerçeklerin ışığında Türkiye’de bulunan yabancı işçilerin durumu bize nasıl bir manzara sunuyor? Türkiye’nin göçmen işçi almadığı herkesin malumudur. ‘Yabancı işçi’ kavramı ise SSCB’nin dağılma sürecine girdiği 1980’lerin sonundan itibaren literatüre girmiştir. O dönemden beri çoğu çaresiz durumdaki insanların asgari ücretin altında sigortadan ve tüm sosyal haklardan mahrum biçimde çalıştıklarını kimse inkâr edemiyor. 2011 yılı yaz aylarından itibaren Suriye’den Türkiye’ye başlayan göç akını ise bu toprakların mazisinde örneğine ender rastlanan korkunç bir durumu ortaya çıkardı. ‘Stratejik derinlik’ teorisinin müellifi dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Angelina Jolie’yi sınır bölgemize getirerek Suriye’den Türkiye’ye göçü teşvik etmesinin sonuçları trajikomik olduğu kadar bu süreç AB’nin Türkiye’yi aşağılamasına da neden olmuştur: Ezici çoğunluğu Müslüman ülkelerden gelmiş sığınmacıların Türkiye’de kalması için AB 3 milyar Euro verirken bir süre sonra paranın 1 milyar Euro’sunun ortada olmadığı bizzat AB Sayıştay’ının çalışmaları sonucunda ortaya çıkmıştı. Suriyeli bir kısmı burada kendi işini kururken üretim tesislerinde,küçük işletmelerde ve tarım alanında çalışan mülteciler Türkiye’de kiraların astronomik düzeye çıkmasını tetikleyen ana etken olarak karşımıza çıkmıştır. En basit örnek vermemiz gerekirse yerli kiracının 2000 TL’ye oturduğu bir daire 10 Suriyeliye verilerek her birinden 1000 TL alınmış ve daha Nureddin Nebati’ye uygulatılan ekonomi politikalarının enflasyonu tüm alanlarda ipe-sapa yatmaz hâle gelmesinden çok önce kira artışları Türkiye’de fakirlerin durumunu korkunç bir noktaya doğru götürmüştür. Türkiye’nin sığınmacı politikası sadece AB’den gelecek fonlara endekslendiği için tüm alanlarda asgari ücretin altında, sigortasız, ulaşımsız, öğle yemeği olmadan çalıştırılan bu insanların durumu Türkiye’nin uluslararası alanındaki zaten zayıfın altındaki karnesini daha zayıf hale getirmiştir. Türkiye ile AB arasındaki üyelik tartışmalarının yeniden hızlandığı ve Brüksel’in kapıları tamamen kapama noktasına geldiği bugünlerde ülkemizdeki yabancı işçilere uygulanan muamele AB’ye neden üye olamayacağımızın tartışmaya hiçbir yer bırakmayan örneklerinin başında geliyor. Ne kadar da çelişkili bir durumdur, değil mi: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları iş gücü olarak gittikleri AB’de makul maaşlarının yanısıra tüm diğer haklardan yararlanırken gelmelerini bizzat kendisi teşvik eden Türkiye mülteci işçilerin haklarını sonuna kadar çiğnemekte hiçbir sakınca görmediği halde AB üyeliğinden dem vuruyor. Bundan önce zaten kendi işçilerimizin, emekçilerimizin, ucube taşeron işçilerinin alın terinin hakkının yarısından azı bile verilmezken dışardan gelmiş çaresizlerin bu kadar ağır bir sömürü altında tutulmaları AB ile ne tür bir üyelik müzakerelerinin konusu olabilir acaba?

İşçinin, emekçinin alın teri sadece beşeri değil aynı zamanda kategorial bir kavramdır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de açılan yeni dönemde bunu görmeyenlerin,görüp de saygı duymayanların ve gereğini yerine getirmeyenlerin ve bu beşeri-kategorial olguyu kendi siyaset felsefesinin lokomotifi haline getirmeyenlerin siyasette başarılı olması imkânsızdır.

Bunu örnekleriyle yazmayı, siyasetçi iddiasında olanlara anlatmayı ve bunun alternatifinin olmadığını siyasetçilerin önüne koymayı sürdüreceğiz.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları